HERMETİZM'İN GÜNÜMÜZE ETKİLERİ

Başlangıç

İ.S. IV. yüz yılın sonlarında Ortodoks Kilisesi, Gnostizmin kökünü büyük ölçüde kazımıştı. Neo-Platonculuk bir süre daha sürmüş, Mısır'ın 630 yılında Müslümanlar tarafından fethedilmesinden önce, o da ortadan kalkmıştı. Bu iki akımın silinip gitmesine karşın, bilginin simgesi olarak Hermes Trimegistos, hem Hıristiyanlık hem de Müslümanlık içinde yaşamaya devam etti.

Hıristiyan Kilisesi, bir taraftan eski pagan tanrıların yeni inanç döneminde de yaşamasına izin veriyor, diğer taraftan bunların önemini azaltabilmek ve evcilleştirebilmek için, eski tanrıları birer bilgeye dönüştürüyordu. Örneğin, tanrıça "Neit-Athena" AzizeCatherine, "Horus-Perseus" Aziz George ve "Anubis" Aziz Christopher olarak Hıristiyanlığa katılıyorlardı. Ne var ki Thot-Hermes'in, Mısır bilgeliğinin simgesi Hermes Trimegistos olarak Kilise dışı kalmış olması oldukça ilginçtir.

İslam'da Hermes Trimegistos, İdris peygamber olarak insanlaştırılmıştır. İdris, Kur'an'da dürüst bir peygamber olarak yer almaktadır. İslam geleneklerinde de, Hermes Trimegistos "filozofların babası" ve "kendisine üç kere hikmet verilmiş kişi" olarak geçmektedir. Bir diğer İslam geleneğinde, üç ayrı bilge kişi olarak yer almaktadır; bunlardan biri Tufan öncesi Mısır'da, diğerleri Tufan sonrasında Babil ve Mısır'da yaşamış olarak kabul edilirler. İslam'da da Hermes bir kültür kahramanı olarak ele alınmış ve tüm sanat ve bilimleri icat ettiğine inanılmıştır.

Yahudilik, çok öncelerden beri, hem ezoterik kültlere, hem de "Gizli Tanrı" ve "Demiurgos" kavramlarını çağrıştıran iki katlı bir felsefeye sahipti. Örneğin, Esseneler kendilerinin, sıradan insanlara ve hatta Kudüs'te yaşayan rahiplere bile verilmeyen bazı bilgilerin sahibi olduklarını savunuyorlardı. Esseneler ile Hıristiyanlık arasındaki kuşku götürmez ilişkiler epeyde tartışılmıştır. Essenelerin cinsel oruç ve ortak topluluk yaşamı konusundaki yaklaşımları ile Hıristiyanlığın ilk dönemlerindeki manastır keşişliği arasındaki benzeşimler dikkat çekicidir. Hem Esseneler, hem de ilk dönem Hıristiyanlar popülizm, Mesihçilik ve şiddet eğilimi konularında birleşmektedirler.

Mısır'da yaşayan ve giderek Helenleşen Yahudiler arasında ise, Eski Ahit bilgeliğini ezoterik ve gizemci yorumlar sayesinde, Platoncu Mısır düşüncesi ile bütünleştirme yolunda bir eğilim vardı. Bu eğilim İ.S. I. ve II. yüz yıllarda "Yahudi Gnostizmi" diye adlandırılabilecek bir gizemci ve ezoterik akıma yol açtı. Bu akım Hermesçiliğin anahtar unsurlarının çoğuna yer vererek "Tanrı'nın Tahtı", "Gök Arabası" ve Tevrat metinlerinin içerdiği gizemli ve numerolojik gizler gibi, tümüyle Yahudilere özgü ilgi alanlarının yani Kabala'nın gelişmesini sağladı.

Kabala, Rönesans döneminde Hermesçilik ile içiçedir. Güney Fransa ve İspanya'da XII. ve XIII. yüz yıllarda görülen Yahudi gizemciliğindeki gelişmeninyük ölçüde Hermesçilik ve uzantılarının Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam'da yaşamayı sürdürmüş olmasıyla açıklanabilir.

Güney Fransa yani Languedoc yöresi, Hıristiyanlık ile İslam arasındaki sınırda bulunmaktadır. Bu bölge aynı zamanda İslam yönetimi altında yaşayan Sefarad Yahudileri ile Hıristiyan yönetimi altında yaşayan Aşkenaz Yahudileri için de bir kavşak noktasıdır. Avrupa Hıristiyanlığının karşısına çıkan en radikal sapkınlık olan Katharizmin bu bölgede ortaya çıkması bir rastlantı değildir.

Katharizm, içersinde iki ayrı sınıf bulunduruyordu; bir yandan "Credentes" adı verilen sıradan inananlar, diğer yandan "Perfecti", yani yetkinliğe ermiş olanlar vardı. Perferti, düşünsel evrene ulaşabilmek amacıyla kendilerini maddi evrenden soyutlamaya çabalıyorlardı. Katharizm, açıkça iki ayrı inananlar sınıfını içeren bir inanç dizgesi idiyse de, temelde bazı Hermetik gelenekleri de bünyesine alıyordu. Ancak, esas olarak İran'a özgü Zerdüşt ve Mani inançlarından türemiş keskin bir düalizme sahipti. Bu düalist yaklaşım Tanrı-Şeytan, iyilik-kötülük, ruh-beden gibi kozmik güçlerin sürekli çekişmesi ve birbirini dengelemesi üzerine oturtulmuş bir felsefeydi.

Katharizmin ve Kabalanın hemen aynı dönemlerde, birbirine çok yakın bölgelerde gelişmiş olmaları çarpıcıdır ve bu bölgenin toplumsal ve kültürel niteliklerinde olağanüstü yönler olduğunu ortaya koymaktadır. Doğal olarak Katharizm ile Kabalanın birbirlerini etkilemiş olduklarını düşünmek gerekir. İki akım arasındaki benzerlik toplumsal yapı açısından da ilginçtir. Perfecti sınıfının Credentes tarafından desteklenip, sadakatle korunması gibi, Kabalacı hahamlar da sağladıkları manevi yararlar sayesinde Yahudi cemaati içinde korunuyorlardı. Katharların kökünün Katolikler tarafından kurutulmuş olmasına karşın, Kabalacılar böylesi bir tehlike ile karşılaşmadılar. Kabalacı akım, 1492 yılında tüm Yahudilerin İspanya'dan kovulmasına kadar, Yahudiliğin ezoterik bir unsuru olarak gelişmesini sürdürdü.

Kabala ezoterik bir sistemdir, zira belirli sınırların aşılması ve Eski Ahit metinlerinin "derin" okunuşu söz konusudur. Bu da, kaçınılmaz olarak, metinlerin yüzeysel okunuşundaki tarihselliği ve ortodoks Yahudiliğin akılcılığını reddetmeyi gerektirir. Kabala, yoğun sezgi ve inceleme ile ulaşılabilen bir gizemin araştırılmasıdır. Kabala aynı zamanda Hermesçilikte görülen tüm kilit düşünce ve kavramları da içerir. "Üçlübirlik", "Gizli Tanrı", harekete geçiren "Logos", "Sekiz Gök Küresi" ve iyi eğitilmiş gizemcinin bu kürelerin ötesine geçebilmesi gibi Kabalacı kavramların tümü Hermetizmde de vardır.

Rönesans

Rönesans'ın en belirgin özellikleri, insanın potansiyellerinin sonsuz olduğu inancı ve insanın her şeyin ölçüsü olduğu görüşüdür. İlginç olan Rönesans'ın bu düşünceleri Hermetik geleneklerden almış olmasıdır. XV. Yüz yıl başlarında, İtalyan sanat ve bilim adamları, canlandırmaya çalıştıkları eski bilgelikte Hermetik Metinlerin ne denli ağırlıklı bir yeri olduğunu artık öğrenmişlerdi. Asklepius çoktandır biliniyor ve okunuyordu; Hermetik Metinler Arapçadan Latinceye çevriliyordu.

Rönesans'ta Mısır için beslenen tutku, öncelikle Mısır'ın gizemler ve kutsal inisiyasyon törenlerinin kaynağı olduğu inancına bağlıydı. Mısır tüm bilimlerin ve sanatların kaynağı olarak görülüyordu. Rönesans insanları geçmişe ilgi duyuyorlar ve bu nedenle kaynakların ardına düşüyorlardı. Hıristiyanlığın ardında pagan Roma'yı, Roma'nın ardında Helen düşüncesini arıyorlardı. Giordano Bruno'nun belirttiği gibi Helen'in ardında ise Mısır vardı.

1460 Yılında Cosimo de Medicis ünlü filozof, bilim adamı ve çevirmen Marsilio Ficino'dan Yunan filozoflarının ünlü yapıtlarından önce CorpusHermeticum'un çevrilmesini talep etti. Zira Mısır Yunanistan'dan eski, Hermes Trimegistos Platon'dan önceydi. Ficino'nun Floransa yakınlarındaki villasında oluşturduğu yeni Akademi'de bu yeni çeviriler inceleniyordu. Aynı çalışmalar İtalya'nın önemli kentlerinde ve daha sonra Avrupa'nın her yanında ortaya çıkan Akademilerde de yapılıyordu. Bu Akademiler, Platon'un modeline göre oluşturulmuşlardı ama Akademi üyeleri tıpkı Mısır tapınaklarındaki kutsal rahipler gibi örgütlenmişlerdi. Akademilere giriş, Mısır'a dayanan gizemlere ulaşma ve ölümsüzlük kazanma amaçlı inisiyasyon törenleri ile gerçekleştiriliyordu. Rönesans Akademileri örgütlenme biçimi olarak Neo-Platonculara benzemekle birlikte, Platon ve Pythagoras felsefelerine, bilim, sanat ve büyüye hep Mısır açısından bakıyorlardı.

XV. Yüz yılın sonlarında ünlü düşünür ve gizemci Pico della Mirandola, Neo-Platoncu düşünce ve Hermetik gelenekler ile Kabala'yı birleştirdi. Önceden beri ilişkili olan Yahudi gelenekleriyle Mısır geleneklerinin yeniden birleştirilmesi çabasını XVI. yüz yılda Campanella da sürdürdü. Hıristiyanlığın katı kurallarla dolu evrenini aşmakta yaratıcı Rönesans düşünürleri için Mısır ve Hermetizm'den başka bir alternatif yoktu.

Yalnızca 1471 ile 1641 yılları arasında Ficino'nun Hermetica çevirileri yirmi beş, Patritius'un çevirileri altı basım yaptı. Asklepius tam kırk kez yayınlandı. Stapulensis'in Asklepius yorumları on bir basıma ulaştı. 1400 ile 1700 yılları arasında Batılı gezginler tarafından Mısır'ı anlatan iki yüz elli kitap yayınlandı.

Bilginin kaynaklarına ulaşmak için Mısır'a seyahat etmiş olmak, dogmalara saldırmayı bir ölçüde meşru kılıyordu. Örneğin Paracelsus, büyük olasılıkla uydurma olmasına karşın, Mısır'a gittiğini ileri sürüyor, kendi yapıtlarını Hermesçi olarak nitelendiriyordu. Ne var ki Paracelsus, Newton'a kadar sürecek olan bir geleneğin ilk adımıydı. Bu gelenek, Yunan ve Roma tarafından korunması başarılamayan eski Mısır bilgeliğini yeniden elde etmek için deneylere yönelmeyi savunuyordu.

XVI. Yüz yılda Hermesçiliğe ve Mısır'a beslenen ilgi kuşkusuz Rönesans kültürünün en saygı duyulması gereken yönüydü. Hermesçiliğin o dönemde verdiği en büyük ürün, bilimin ve araştırma özgürlüğünün öncüsü Giordano Bruno kişiliğinde ortaya çıktı. Bruno, kendisinden öncekilerden ve çağdaşlarının tümünden daha ileri gitmiş olması bakımından olağanüstüdür. Tüm çabalarına karşın Bruno'dan önceki Hermesçiler, Hıristiyanlık tarafından çizilen sınırlar içinde kalarak, Mısır düşüncesini İncil'de yer alan bilgilerden daha yukarı taşıyamamışlardır. Oysa Bruno, Mısır bilgeliğine ulaşabilmek uğruna, yalnızca Hıristiyanlığın değil, Yahudiliğin bile ötesine geçmeye cesaret etmiş, üstelik bu çabanın hem entellektüel, hem de siyasal açıdan gerekliliğini vurgulamıştır. Bruno, Hermesçiliği katıksız Mısırlılığa döndürmeye çabalamıştır; onun için Hermesçi Mısır inançları aslında gerçek dinin ta kendisidir. Hıristiyanlığın sınırlarını aşan Bruno, inançları yüzünden Engizisyon tarafından yakılarak öldürülmüştür.

Sonuçta, Rönesans düşünürlerinin büyük çoğunluğu özgün ve yaratıcı kaynağın Mısır olduğuna ve Yunanistan'ın Mısır bilgeliğini aktarmada yalnızca aracılık ettiğine ikna olmuşlardı.

XVII.  Yüz Yıl

Hermesçilik ve Mısır tutkusu tüm XVII. yüz yıl süresince gelişmeye devam etti. Giordano Bruno 1600 yılında Roma'da diri diri yakıldı. Onun kurban edilmesinin ardındaki amaç, Kilise'nin doğrudan meydan okumalardan korunmasıydı. Zira XVII. yüz yıl Roma'sında eski Mısır, en etkin entellektüeller arasında saplantı haline gelmişti.

Bu kişilerden biri de Athanasius Kircher idi. Kirsher astroloji, Kabala ve Pythagoras felsefesi ile ilgilenen bir Hermesçiydi ve Hermes Trimegistos'un çok eskilerde yaşadığına kuşku duymuyordu. Mısır'ı "ilk bilgelik" ya da "felsefe" için anayurt olarak kabul ediyordu. Kirscher yaşamını hiyeroglifleri çözmeye adadı; zira bu yazıları yalnızca bir bilgi hazinesi olarak değil, ideal bir simgesel alfabe olarak görüyordu.

Mısır tutkusu yalnızca Katolik ülkeler ile sınırlı değildi. Protestanlar da Mısır ve Hermesçilik ile ilgilendiler. XVII. Yüz yılda Almanya, Fransa ve İngiltere'de ortaya çıkan "Gülhaççılar" bir tür "Gerçek Din" kavramını geliştirirken Hermesçiliği temel aldılar. Gülhaççılar, toplumun gerçek bilgeliğe ulaşmış seçkin bir aydınlar grubu tarafından yönetilmesi gerekliliğini savunuyorlardı. Böylece Mısır rahiplerinden Pythagorasçı kardeşlik topluluklarına, oradan da Platon Akademisine uzanan ezoterik zinciri izlemiş oluyorlardı.

Cromwell dönemi İngiltere'sinde Hermesçiliğe yönelik ilgide çarpıcı bir canlanma görüldü. 1650'lerde, bir önceki yüz yılın tümünde yayınlanandan fazla gizemci ve Paracelsus'çu yapıt yayınlandı. Hermesçilik, siyasal ve dinsel alandaki radikal yenilikçilik ile bir ittifak kurmuştu.1660-1680 Yılları arasında gelişen "Cambridge Platoncuları" da Hermesçi ve Platoncu çevreden geliyordu ve onlar için de Helen uygarlığının en büyük işlevi eski Mısır bilgeliğini kısmen de olsa aktarabilmiş olmasıydı. Cambridge Platoncularının en önemli öğrencisi Isaac Newton'du. Newton'un ne ölçüde Hermesçi sayılabilceği tartışılabilir ama, onun Mısır kaynaklı bir "ilk bilgelik" kavramına inandığı kesindir. Newton "Principia Mathematica" adlı yapıtında, eski Mısırlılardan büyük bilimciler ve filozoflar olarak hayranlıkla söz etmiştir.

Newton çağının ekseni olabilmiş bir kişidir; astroloji, simya ve büyünün egemen olduğu bir dünyada doğan Newton, bu dünyaya veda ederken tüm bunlar saygınlıklarını yitirmişti. Bu değişim, XVII. yüz yıl sonlarında oluşan toplumsal, ekonomik ve siyasal dönüşümlerin bir sonucudur. Yeni koşullar arasında Hermesçiliğe pek yer yoktu ama Mısır hala ilgi odağı olmayı sürdürüyordu ve XVIII. yüz yılın ortaları Mısır tutkusunun doruğu oldu.

XVIII. Yüz Yıl

Aydınlanma akımının önemli kişilerini bünyesinde barındıran Masonların ilgi odağı da Mısır oldu. Masonluğun tarihi, özellikle XVIII. yüz yılda yeniden örgütlenme öncesi dönem oldukça karanlıktadır. Zira Masonluk tarihi, mitolojik bir köken yaratma amacıyla kaleme alınmış yazılardan elde edilen küçük parçalar biçimindedir. Yine de bu parçalardan hareketle bir görüş birliğine varılabilir: Masonluk başlangıçta, Ortaçağ Avrupa'sında katedraller ve diğer önemli yapılarda çalışan duvarcıların oluşturduğu kapalı örgütlerdi; Reform ve Din Savaşlarından sonra dağıldılar; İngiliz Adalarında yaşamayı sürdüren örgüt, "gentleman" (soylu ve burjuva) üyelerin girişiyle farklı bir niteliğe kavuştu ve "Spekülatif Masonluk" oluştu.

Ne var ki, Masonlar XVIII. yüz yıl öncesindeki bu yeni örgütlenmeden önce de Mısır'a ilgi duyuyorlardı. Örneğin; Ortaçağdan kalma bir çok el yazmasında Masonluğu Euclide'in Mısır'da kurduğu kayıtlıdır. Masonlar için, mimarlıkla eşdeğer olarak görülen ve büyük önem taşıyan geometri bilimi, Nil'in taşmasıyla sınır işaretleri kaybolduktan sonra tarlaları ölçmek için Mısırlılar tarafından icad edilmişti.

Rönesans dönemi Hermesçileri ile Gülhaççılar arasında nasıl bir bağlantı varsa, benzer bir bağlantı Gülhaççılar ile Masonlar arasında da bulunuyordu. Bunun kanıtı olarak, bir Gülhaççı olan Elias Ashmole'un aynı zamanda bir mason olduğunun bilinmesidir. Ayrıca, Gülhaççılar ile Masonlar arasında bazı hermetik ilke ve düşünce benzerlikleri de vardı: Her iki örgüt de, evreni simgelemek için Süleyman Tapınağı ve Piramitler gibi yapıların ölçü ve oranlarını kullanarak daha iyi, daha barışçı ve daha hoşgörülü bir dünya yaratacak olan bir Aydınlanmışlar Grubu oluşturma arzusundaydılar.

XVII. Yüz yılın sonlarında Masonluğun İngiltere'deki gelişmesi, dönemin elverişli toplumsal, ekonomik ve siyasal koşullarına bağlanabilir. Gelişen kentleşme ve burjuva sınıfı, soylu sınıfında oluşan değişimler, Restorasyon ve giderek saray dışına kayan politik etkinlikler Masonluk için oldukça uygun koşulları hazırlamıştı. Katolik II. James'in hükümdarlığı döneminde gerçekleşen "Radikal Aydınlanma" sonucunda, önceki dönemin püritenizmi yerini deizm, panteizm ve ateizm gibi daha çağdaş yaklaşımlara bırakmıştı.

çlBöylece Masonluk, İngiltere'de Hermesçi ve Gülhaççı geleneklerden yeni, ama en az onlar kadar radikal bir entellektüel güç olarak ortaya çıktı. Bu yeni akım da "iki katlı" bir felsefeyi savunuyor, seçkinlerin kitlelere özgü dinsel gürültünün ötesine geçmesini arzuluyordu. Siyasal ve entellektüel güç, güvenli bir biçimde Aydınlanmış bir azınlığın elinde tutulmalıydı.

Ne var ki, Masonluğa John Toland gibi aşırı radikaller de dahil olmuştu. Toland, yalnızca Gülhaç ve mason geleneklerini özümsemekle kalmamış, Giordano Bruno'yu da okumuştu. Bruno'nun kozmoloji ile ilgili Hermesçi ve Mısır kökenli düşüncelerini benimsemişti. Bu fikirler ise giderek panteizme hatta ateizme varıyordu. Toland'a göre, teolojik olarak evrenin hiçbir Yaratıcı'ya ya da "Ulu Mimar"a gereksinimi yoktu. Politik olarak da İngiltere'nin bir krala gereksinimi olamazdı. Toland'ın düşünceleri cumhuriyetçi imalarla doluydu.  Masonluk içinde, Toland'a karşıt akımı Newton'cular oluşturuyordu. Newton'culuk yalnızca bilimsel olmakla kalmıyor, bilimselliğe uygun olabilecek politik ve teolojik öğretileri de içeriyordu.

Toland, spekülatif Masonluğun kurulmasında, öykü ve ritüellerin oluşturulmasında çok emeği geçen bir kişi oldu. Ancak, 1717 sonrasında bu öykü ve ritlerin standartlaşması sırasında, Masonluğun önderliği Toland'ın fikirlerinden nefret eden Newton'culara geçmişti. Öylesine ki, Masonluğun reforme edilmesinde Toland'ın oynadığı önemli rolün, o dönemde ve sonraları masonlarda uyandırdığı rahatsızlık, Masonluğun standart tarihlerinde Toland'dan hiç söz edilmemesine yol açmıştır.

Newton'cuların tüm çabalarına karşın, Radikal Aydınlanmanın "iki katlı" felsefesi ile Neo-Platoncu bazı yönleri Masonluk içinde yaşamaya devam etti. Tıpkı Hermetizmde olduğu gibi, Masonlukta da üyeler belirli bir standart inancı izliyor, ancak daha yüksek derecelere çıkabilenler Hıristiyanlığı aşıyordu.

Hermesçilik, XVII. yüz yıldan beri Gülhaççılığı, XVIII. yüz yıldan beri de Masonluğun simgesel ritüellerini etkilemeye devam etmektedir. XIX. Yüz yıl sonunda ortaya çıkan Martinizm, Teozofi (Theosophy), Gizlici Canlanma (the Occult Revival), Altın Şafak Hermetik Tarikatı (the Hermetic Order of Golden Dawn) gibi etkin ezoterik akımların arkasındaki itici güç yine Hermesçiliktir. Bu sayılan akımlar da XX. yüz yılda bir tür "Pagan Rönesansı"nın doğmasına yol açmışlardır. Ünlü psikolog C. G. Jung'un insan ruhunun derinliklerini inceleyen yapıtlarının da, içerdikleri Simya simgeleri ve arketiplerle Hermetik özellikler taşıdıkları kabul edilmektedir.

Uygarlıklar    Ana Sayfa